Sabahın erken saatlerinde düştük yollara İstanbul da trafik berbat haliyle...
Sultanahmet idi tek istikamet çünkü orada gezilmesi görülmesi gereken çok fazla müze vardı.
Zar zor da olsa geldik Sultanahmet Meydanına ama nereye gideceğimize karar veremedik bu seferde neyse ki sağ tarafımıza baktığımızda bizi ilk kucaklayan İbrahim Paşa'nın sarayı oldu.Hepimiz birbirimizin gözünün içine baktık ve gülüşerek girdik içeri :)
İbrahim Paşa Sarayının adı değişmiş Türk İslam Eserleri Müzesi adını almış...
Bu müzeye giriş yapmak için ben Müze kartımı kullandım.
Normalde müzeye giriş ücreti :10 tl.
Öğrenci ise :5 tl
Bu saray Kanuni Sultan Süleyman tarafından Pargalı İbrahim Paşa'ya düğün hediyesi olarak takdim edilmiş.Saray o kadar zaman geçmesine rağmen o kadar badireler atlatmasına rağmen hala temelleri duruyor ve mutlu gözlerle bizi karşılıyor.
İçeri girer girmez alıyorsunuz koridorlarda gezinen tarihin sanat kokusunu ve size hepsinin farklı yerlerden göç ederek buraya sığındıklarını fısıldayan sesleri...
Bu saraya baktığınız da yani müzeye demek istedim tanıdık ayrıntılar var işte o ayrıntılar size Mimar Sinan'ın buraya da eşsiz parmaklarıyla dokunduğunu kanıtlıyor.Ne yazık ki kıymet bilmez bencilliğimiz yapılan her güzel şeyin sonunu getirdiği gibi buranında sonunu getirmiş.Fakat duyarlı olan bir kaç kişi geriye kalanları kurtararak ruhun nefes almasını sağlamışlar ve burayı uzun restoreler sonucu müze haline getirmişler işte o şahıslar iyi ki varlar.
Müzeyi girip gezdiğinizde neredeyse Türkiye'nin her yerinden bulunmuş fakat korunulacak başka bir yer olmadığından dolayı buraya getirilmiş bir çok eser ile dolu gibi algılanabilir.Fakat burada bulunan bu İslam eserlerinin hiç de azımsanmayacak kadar bir sayısı var ben sayamadım ama sayanlar 40 bin civarında dediler.Hala şoktayım nasıl yani bu saraydan bozma müzede gözlerimin gördüğü ulaştığı kırk bin tane eser mi mevcuttu.Aman Allah'ım aklıma mukaayet ol.Tam bunu söylerken ne öğrendim derseniz.
Türk ve İslan Eserleri Müzesi,işte tamda bundan ötürü 1984 yılında Avrupa Konseyi Yılın Müzesi Yarışması Jüri Özel Ödülünü ve de 1985 yılında yine AVRUPA KONSEYİ Unesco tarafından çocuklara kültür mirasını sevdirme konusundaki çalışmalarından ötürü verilen ödülü almıştır.
Bence de alması gerekirmiş yani hani ozamanda yaşasaydım bende kesinlikle bu ödüllerin verilmesi taraftarı olurdum.
Gelgelim bu kadar laklak ettikten sonra Sarayın pardon yani müzenin içindeki bölümlere...
Bu bölümler okadar çoktu ki haliyle 40 bin eser olunca bir bölümden çıkıp bir bölüme giriyorsunuz. Zaten bir sürü eser var büyülenmişsiniz başınız dönmüş bide fiziksel olarak insana baş döndürtüyorlar bu bölümleri gezerken.
İlk girdiğim bölüm El yazmaları ve hat sanatı bölümü oldu, resmen Osmanlıca ile savaştığım bir zamanda karşıma çıkıp sen kim oluyorsun da Osmanlıca öğrenmeyi erteliyorsun çabuk öğren ve oku bizi der gibi karşımda duruyorlardı sinirli ve de çok alımlı bir şekilde tüm devletlerin sırlarını bu yazılarda saklıyormuşcasına, Emevi,Abbasi,Tolunoğulları,Fatımi,Memlük,Türkmen,Moğol ve de en dikkatimi çeken Selçuk eserleri orada gözlerimin ucundaydı paha biçilemezdi ve biçilmeyecektide...
Buradan çıkıp girdiğim ikinci bölüm ise :Halı bölümü idi.
Daha önce halı müzesine gittiğim için burası beni pek etkileyemedi fakat burada da devasa şekillerde ve daha önce görmediğim motiflere sahip halılar karşımda en süslü ve havalı şekilleri ile süzülüp durmaktaydılar.O duvar bu güzelim halıları nasıl taşımaktaydı hayret ettim doğrusu düşünsenize ağırlını...
Diğer bir bölüm ise Ahşap eserler bölümü, off en sevdiğim ikinci koku gerçi birinciside bundan yapıyoya hadi neyse.ilki kitap ikincisi ağaç kokusu en sevdiğim kokular.İçeri adımınızı atar atmaz inanılmaz bir koku sarıyor sizi o koku eşliğinde o eserler tek tek işlenmiş o öpülesi ellerde...
O kapıyı,o sandukayı nasıl işledin be öyle insan değil misin sen nasıl bir sanat yahu bu insanın aklı şaşıyor.Şimdiki zamanla kıyaslayınca nabzı zayıflıyor.
Çıkıpta burdan Taş eserler odasına geçince oha be o yazıları o taşa tek tek nasıl yazdınız o zaman şimdiki teknolojide yok bu nasıl bir sabır işidir nasıl bir sanata ve mesleğe duyulan aşktır.
Duvarlar üzerime üzerime gelmeye başladı adeta benimle konuşuyorlardı sen buralara bu kadar hayran kaldıysan Maden bölümünde ne yapacaksın kesin aklını oynatırsın diye gülüp kahkaha atıyorlardı.
Merakıma yenik düşerek koşa koşa maden bölümüne gittim yanımdaki arkadaşlarım şaşkınlıkla bana bakıyorlardı.Sanattan ve tarihten anlamayan insanlarla niye geldim ki ben buraya diye düşünürken arkamda duran bir şey bana seslendi boş ver sen onları dön de bir bana bak beni yapan usta çok emek verdi ama senin gibi buraya koşup gelen hiç kimseyi görmemiştim şimdiye kadar hep mıy mıy geziyorlar sadece bakıp geçiyorlar. Hadi ama dön de bir bak niye şaşırıyorsun ki beni duyduğunu biliyorum.
Arkama döndüm ve devasa boyutlarda bir kapı karşımda duruyordu.Nasıl bir sanat bu nasıl bir emek nasıl yapıldın sen Allah'ım neden ben o zamanlar da yaşamadım diye hayıflandım.
Hala merakla bana bakan arkadaşıma ne var niye bana bakıyosun bana bakmak için mi buraya geldik diye çemkirdim. Arkadaşım ise bir an durdu ve bir kahkaha attı.Senin şu hal ve hareketin bir tek müzelerde değişiyor ne oluyor yahu deli danalar gibi ordan oraya koşturup kendi kendine konuşman değişik değilde ne yapmaya çalıştığını anlamak için bakmam mı suç yani deyiverdi.
Nasıl yani gerçekten dışardan böyle mi görünüyorum dedim.
Neyse ki anlayışlı arkadaşım hadi sen koşturmadan sakince diğer bölümlere bakalım dedi.
Diğer bölümde ise Keramik ve Cam yazıyordu.
Keramiğin nasıl yapıldığını arkeoloji bölümü okurken bir dersimde öğrenmiştim.
Hatta heveslenip bu teorik derslerden sonra seramik kursuna bile gittiğimi hatırlıyorum.(oradaki uğraşlarımı da başka bir postta yazacağım tabi vakit bulursam).
Burada okadar ilginç objeler vardı ki sadece hayran hayran bakmakla yetindim.
Artık bu kadar sanat eseri bünyeme fazla gelmeye başlamıştı dudaklarım kurumuş konuşamaz hale gelmiş bogazım resmen mühürlenmişti. Ne yapacaktım neyseki son bir bölüm kaldı ve ben orayı hızlıca adımlayıp biraz daha dehşete kapılıp neden ozamanlarda yaşamadım zırvalıklarıyla kendimi avutup sonra ışık hızıyla bir çay yada kahve içmek için buradan çıkmalıydım.
Son bölüm ve en güzel bölüm benim için Etnoğrafya bölümüydü:
Çünkü benim ilgi alanım buydu beni benden yegane alan bu çalışmalardı etnoğrafya,etno,kültür işte bu hayat ışığıydı...
Burada bulunan o göçer çadırında yaşadığımı hayal ettim dakikalarca ama bunu denemiştim daha önce çadırda yaşadım ve hiç hayalini kurduğum gibi olmamıştı.Neyse
Artık bünyem kabul etmiyordu,vücudum resmen oksijensiz kalmıştı.Sanki büyülü bir yere girmişim de tüm enerjim sömürülmüş gibiydi evet gayette öyleydi...
Burası kesinlikle büyülü bir yerdi ve ben bu yere arada bir gelip enerjimi bu şekilde kaybetmeliydim olabilecek en güzel şekilde hemde...
Neyse ki müzenin içinde çay içilecek bir bölüm vardı.Oraya ışınlanarak bir çay içip kendime gelmiştim.
Allah'ım nasıl güzel bir gündü dolu dolu geçen ne güzel saatlerdi,sana şükürler olsun bunu yaşamayı nasip ettiğin için...
Satırlarıma son verirken kesinlikle buraya gitmezi şiddetle tavsiye ediyorum.Böyle güzel atmosferi her yerde yaşayamazsınız.
Bir kaç da fotoğraf ekleyeyim burada anı olarak kalsın...
Sizlerinde buraya giderek fotograf albümünüze ekleyecek yeni fotograflar çekmeniz dileğiyle...
Bu arada bir de video bırakıyorum göz atabilirsiniz :)
https://www.youtube.com/watch?v=CCam6514LuY&t=34s
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder